Émile Zola’nın orta dönem öyküleri: İlişkiler, burjuvazi, aylaklık
Ezgi Işık Şahin
Türkçeye ilk kez çevrilen bu altı öykü, evlilik ekseninde kadın-erkek bağı, burjuva ahlakı, aylaklık gibi temalara odaklanarak toplumsal yapıyı gerçekçi bir bakış açısıyla inceliyor.
Ciltler dolusu romanlarıyla natüralist akımın öncüsü olarak tanıdığımız Émile Zola, öyküden uzun öyküye ve ardından uzun öyküden romana uzanan bir süreçte özgün üslubunu yakalamıştır. Bu yazım sürecinde bir bilim adamı titizliğiyle kaleme aldığı klasikleşmiş eserlerinin yanı sıra gazete ve dergilerde yayınlanan uzun ve kısa metinleri de göze çarpmaktadır. Bu metinler, natüralizmden daha gerçekçi bir bakış açısını yansıtırken, geriye dönüp kronolojiye baktığımızda “orta dönem” olarak adlandırılabilecek bir gelişim evresinin izdüşümü olarak değerlendirilebilir. Hatta ilk kez Türkçeye çevrilen ve ikinci cildi müjdelenen bu derlemedeki uzun öyküler ‘Madam Sourdis’, ‘Mr. Chabre’nin Kabukluları’, ‘Olivier Bécaille’in Ölümü’ ve ‘Jacques Damour’. Bu hikâyelerde bir ideali yaşamak ya da yaşamak için yola çıkan karakterlerle karşılaşıyoruz. Ancak birçoğu yanlış yola giriyor ya da değer yargıları, ahlaki tutumları ve zayıflıkları nedeniyle hayatlarının akışı beklenmedik bir şekilde gelişiyor. Muharrir, bu beklenmedik gidişatı ironik bir üslupla, nesnel, gerçekçi bir bakış açısıyla anlatırken, filizlenen gerçekçi damarın zaman zaman natüralizme kaydığı görülür.
“MADAM SURDİS”
Derlemeye adını veren ilk öykü ‘Madam Sourdis’e baktığımızda, para ve şöhret hırsıyla yanıp tutuşan Adèle ile ülkenin ıssız ortamında karşılaşırız. Hanımefendi, bu büyülü hayatın kapısını aralayacağını düşündüğü kişiye, okul müfettişi olarak yoksulluk içinde yaşayan ve sefahat dünyasına gömülürken Ferdinand’a aşık oldu. Ferdinand’ın bir tablosu Parisli ünlü ve usta kabul edilen ressam Rennequin tarafından beğenilince, babasının ölümünden sonra iyi bir gelir elde eden genç bayan, gelecek vaat eden ressamla günümüz tabiriyle ‘mantıklı bir evlilik’ yaptı. Ancak işlerin Madame Sourdis’in düşündüğü gibi olmayacağını tahmin etmek hiç de zor değil çünkü adam bir süre düzgün bir koca olmanın gereklerini yerine getirse de Paris’teki inanılmaz başarısıyla dürtülerine yenik düşer ve liderlik yapmaya başlar. yine ‘ahlaksız’ bir hayat. Üstelik her zaman sarhoş. Madame Sourdis ise aşkına karşılık vermeyen bu adamı sadece kendisine bağlayıp Ferdinand’ın başarılarının devam etmesini sağlamak ve birebir bakarken hayalini kurduğu hayallerini gerçekleştirmek istemektedir. genç adamın yeteneği sayesinde, kırsal kesimde rutubet kokan bir odada yıllarca bir kez görünmek. Bu sayede gence küsmeden sessizliğiyle onu küçük düşürecek ve ruhen ona hakim olacaktır. Vicdan azabıyla yanıp tutuşan Ferdinand, yaptıklarının hep gerisinde kalır ve ortadaki ‘anlaşma’nın gereklerini yerine getirerek hatalarını telafi etmeye çalışır. Nitekim Madame Sourdis, “sevdiği ve saf aşkıyla yaşamak istediği bir iş uğruna kendini feda etmeye istekli bir kişiliğe gönüllü bir övgü” verirken, Ferdinand için durum oldukça farklıdır: yaşadığı rahatlık onu uyutmak üzeredir.
Burada şiirsel bir tartışma da görülebilir. Ferdinand çizdiği resimlerde bir üslup yakalama cesareti gösterdiği için başarıyı hata sayılabilecek bir teknikle karıştırmıştır. Kendisi de fotoğrafçı olan Madam Sourdis, mükemmel bir resim yeteneğine sahip olmasına rağmen stilsizdir. Ancak ruhani oyunlarla genç adama uyguladığı baskılar sonucunda Ferdinand’ın stilinde artık ‘feminen’ rötuşlar görülüyor. Kısacası hanımefendi zamanla erkeğin sadece kişiliğini değil tarzını da ele geçirecektir bunun sonucunda Ferdinand o kadar çaresiz hale gelir ki sonunda kimliğini kaybeder. Öte yandan kadın, işi olarak gördüğü erkeğin hayatının kendisine ait olduğu yanılsamasıyla kimliğini kaybeder. Bu kimliksizleşme, kadının adanmış idealinin gerçekleşemeyeceği korkusundan kaynaklanmaktadır. Kısacası rol değişikliği kelimenin tam anlamıyla kadın erkeksi, erkek kadınsı olur. Bunun bir diğer nedeni de o dönemde kadınların çalışmalarına prestij vermeyen erkek egemen toplum yapısıdır.
‘BAY’IN KABUKLARI. ÇABRE’
Hikayede ‘Sn. Chabre’nin Kabukluları’nda, bu rolün tersine çevrilmesi farklı bir şekilde ele alınır. Çünkü yaşlı bir tahıl tüccarı olan Bay Chabre’nin karısı Estelle genç ve güzel bir kadındır ve Madame Sourdis’in aksine onu gören her erkekte şehvet uyandırabilir. Üstelik burjuva ahlakının mükemmel temsilcisi, incelikten yoksun ve her hikayede alay konusu olan Bay Chabre ile evliydi. Zengin olup hoş bir hanımla evlendikten sonra Bay Chabre’nin tek ideali baba olmaktır, ki bu pek gerçekleşememektedir çünkü Bay Chabre kısırdır ve doktorun tavsiyesi kabuklu deniz ürünleri yemektir.
Bu kadar farklı karakterlere dayanan iki farklı hikayenin ortak noktası, kadın karakterlerin kocaları ve evlilikleri üzerinde kurdukları hakimiyettir. Çünkü Madam Sourdis, kocasının ayıbıyla Ferdinand’ı, Estelle ise tatlılığı ve doğurganlığıyla Chabre Bey’i ezmektedir. Bu noktada, denizden nefret eden ve korkak Bay Chabre, deniz banyosunu seven sevimli karısını kaslı, çekici bir genç adam olan Hector’a kaptırır. Hikâyede Bay Chabre’nin tüccar kimliği ve burjuva ahlakıyla alay edilir (örneğin takım elbiseyle sahile gider) ve oldukça dindar, oldukça saf ve temiz kalpli görünen Hector, doğal olanla adeta iç içe geçmiştir. gittikleri beldenin güzellikleri ve ‘vahşi’ Hector onun antitezi. . Gerçekçi ve hayranlık uyandıran doğa betimlemelerine tezat olarak şehrin kalabalığı ve gürültüsü eklenmiştir. Estelle’in şehre olan hasretinin azalması aslında pek sevmediği kocası Chabre Bey’den uzaklaşmasındandır. Yani genç kadın, burjuva kocasından, burjuva hayatından, topyekun burjuvaziden ve metropolden doğaya, bakir hayata kaçmaktadır:
Estelle’in en büyük eğlencesi, sürüler halinde serbestçe dolaşan kazlar ve domuzlardı. İlk başta, küçük toynaklarından çamur birikintileri akan kaba domuzlardan oldukça korkmuştu, çünkü onlara çarpıp yere düşmekten korkuyordu; Karınları çamurdan kapkara, burunları çamurlu, yerde homurdanan bu hayvanlar oldukça pislerdi. Ama Hector, onların dünyanın en iyi çocukları oldukları konusunda ona güvence vermişti. Şimdi günün saatindeki koşuşturmacayla eğleniyor, yağmur yağsa yeni bir balo elbisesi gibi görünen pembe ipek elbiselerine hayran kalıyordu.(s. 63)
OLIVIER BÉCAILLE’İN ÖLÜMÜ
‘Olivier Bécaille’in Ölümü’ yine emsal temaları olan çok ilginç bir hikaye çünkü katalepsi nöbeti geçiren, yani kısa bir süre bitkisel hayatta kalarak öldüğü sanılan bir kahramanın hayatını kaybetmesini konu alıyor. sonuç olarak diri diri gömülür ama tüm bunlar olurken aklı hep çalışır. Zola’nın tabutun içindeyken hareket kabiliyetine kavuşan adamı psikanalizi hikayede çok yer kaplıyor. Üstelik adamın bu kısmi ölümden kurtulmak için gösterdiği inanılmaz çabanın ilk elden anlatılması, hikâyeyi ilgi çekici kılan unsurların başında geliyor. Kısmi merhum Olivier Bécaille’in katalepsi olduğu sırada çevresinde olup biten her şeyden haberdar olması, cenaze öncesi ve sonrası kendi hayatı hakkında düşündükleri hikâyeye farklı bir boyut katıyor. Tıpkı Bay Chabre gibi, Olivier Bécaille de kendisinden çok daha genç bir kadınla evlendi ve aslında karısına layık bir koca olmadığı bilinciyle yaşıyor.
Bu hikâyede de Chabre Bey örneğinde olduğu gibi, elindekilere kendini layık görmediği için eksikliklerini farklı yollardan kapatmaya çalışan bir erkek figürü görüyoruz. Öyle ki Zola onları doğrudan eleştirmek yerine alay ederek durumlarını aktarır. Düştükleri gülünç durumlar ortaya çıkar. Nitekim bu metinde birinci tekil şahıs anlatımının tüm olanaklarından yararlanır. Nitekim Olivier Bécaille’in hikâyenin sonunda kendi kendine yaptığı itiraf da bunu doğrulamaktadır:
Aslında o kadar zayıftım ki, aklıma Marguerite ile evlenmek gibi garip bir fikir geldi. Guéerande’de ne kadar sıkıldığını, karamsar ve yıpratıcı hayatını hatırladım. Sevgili karım uygun davranıyordu. Ama ben hiçbir zaman onun aşık olduğu adam olmadım, abisi için gözyaşı döktü.(s. 106)
“JACQUES DAMOUR”
‘Jacques Damour’ farklı bir çizgi izliyor. Birincisi, politik olarak karmaşık bir ciro meselesi: savaş, komün, ulusal muhafızlar… Jacques Damour, kolayca manipüle edilebilen sıradan bir işçidir. İyi bir karısı ve iki çocuğu olan bu karınca yuvası adam ve oğlu, komşuları Berru’nun siyasi provokasyonlarının tuzağına düşerler. Bu nedenle oğlunu kaybeden adam kendini silahlı bir çatışmanın ortasında bulacaktır. Tek kurşun sıkmadığı halde direniş güçlerinin yılmaz bir askeri olduğunu göstererek Avustralya’ya sürgüne gönderildi. Yaşadığı bir takım maceralardan sonra nihayet memleketine döndüğünde umduğu hayatla karşılaşmaz. Ailesi dağılmış, onun öldüğünü sanan karısı artık bir burjuvayla evlidir.
Adam ölmediği için yasal olarak kocası olduğunu beyan edebilir. Berru bu durumu ve Damour’un içki düşkünlüğünü kullanarak burjuva çiftinden şantaj para almaya çalışmaktadır. Bu hikayede Berru üzerinden siyasi eleştiri yapılmaktadır. Berru çok iyi bir hatiptir ama elini taşın altına koymadan yükselir. Farklı olarak Damour, sevgililerinin lütfuyla lüks bir hayat yaşayan kızını Berru sayesinde bulunca, üçlü başka bir adamla evlenen ve uzun bir bekleyişin ardından kendisine yeni bir hayat kuran anneyi (Félice) haber alınca devreye sokar. Kocasının ölüm haberi kale tahtasında:
Annemin yanlış yola saptığını görünce zavallı kardeşimin resmini yanında bırakmak istemedim. Bir akşam çaldım… Bu senin için baba. sana veriyorum(s. 138)
Dolayısıyla ahlak ve yozlaşma gibi kavramların sadece birer temsil olduğunu algılıyoruz. Ondokuzuncu yüzyılda toplumsal yapı, aslına göre değil, var olanın temsiline göre şekillenir. Öte yandan yüzyılın kadın hareketlerinin şekillenmeye başladığı dönem olduğunu da eklemek gerekir. Bu dönemde kadınlar pasif bir direniş sergilerler:
Félice artık onu durdurmaya çalışmıyordu. Tüm tantanaların sonunu bilen hanımefendi merakla bekliyordu.(s. 111)
Ancak son tahlilde önemli bir eleştiri de var. Burjuva sınıfının dışındaki erkeklerin zahmet çekmektense aylaklığa alışmış olmaları. Oğlunun intikamını almak için her gün yemin eden Damour, katillerle asla çatışamaz. Eski günleri hatırlayan ve eski kocasına bir an yanaşan Félice’nin kalbini kazanmak için düzgün bir iş bulup hayatını sisteme sokmak yerine sarhoş olup olay çıkarmaktan öteye gitmez. , hakaret ve tehdit. Ne de olsa kızının parasıyla Berru’nun yanında hiç çalışmadan rahat ve aylak bir hayat sürmektedir. Her gece sarhoş olur ve yeminlerini tekrar eder. Bécaille de güzelleştikten sonra uzun süre düşünür ve ortalıkta dolanır. Karısının karşısına çıkmaya cesaret edemiyor. Ancak her şeyi anlattıktan sonra ölü olarak yaşamayı tercih eder. Tıpkı Damour gibi! O da hayati sicilini düzeltmeden resmen ölüm halinde yaşıyor… Kısacası burjuvazinin zaferi, diğer sınıfların aylaklığı ve yozlaşmasıyla da bağlantılı. Böylece Zola, işçi sınıfını süslemeden okuyucuya eksiksiz bir toplumsal bakış açısı sunar.
‘AŞK EVLİLİK’ VE ‘BÜYÜK MICHU’
Kitaptaki diğer iki hikaye, ‘A Love Marriage’ ve ‘Big Michu’ oldukça kısa hikayeler. ‘Bir Aşk Evliliği’nde iki aşık, kadının kocasını öldürerek eğlenebileceklerini düşünürler. Ama ölüler ve ölülerin halüsinasyonu aralarına girmiştir. Birlikte oldukları her saniye, giderek artan bir azaba dönüşür. Öyle ki, bağlı kuruluşlar hata nedeniyle birbirine kenetlenmesi bir yana; Zamanla her boşluktan, hatta birbirlerinden dehşete düşecek kadar korkmaya başlarlar. Artık tek çözüm birbirimizi öldürmek.
“Big Michu” bir kafeterya isyanını konu alıyor. Diğer öğrencilerden iki kat daha yaşlı olan taşralı Michu, yaşlandıkça bir anda her gün verilen ‘iğrenç’ yemeklere karşı isyanın elebaşı olur. Michu’nun isyanın yüzü olduğu ve ardından yalnız bırakıldığı söylenir. Yazar doğrudan mesajı bu iki kısa öyküde vermiştir. Eninde sonunda bu yalnızlık onun adalet tutkusunu söndürecek ve hayatını çiftçilikle geçirecektir. Sosyal adalet bir daha bulunamayacak. Bu iki hikâyenin diğerlerinin ortasında en erken tarihli olduğunu da eklemek gerekir.
Böylece Zola’nın üslubunun ve edebi temasının otuz beş yıllık bir süreçteki gelişimine tanık oluyoruz. Karakterlerin yer ve zaman eksenindeki dönüşümü ise bir kelam meselesidir. Zola’nın giderek detaycı bir tarza sahip olduğunu, hatta objektif bir bakış açısına sahip olduğunu söylemek mümkün. Bu anlamda Türk okurunun ilk defa karşılaştığı bu derleme, hem hikâyelerin çok katmanlı yapısı hem de Zola’nın şiirsel temasını okuyucuya sunması açısından önemlidir.